1. Öncelikle kitaplarınızı daha önce okumamış okurlarımız
için bir tanıtım yapmak istiyorum. İlk kitabınız ters düşünce, Komşu Yayınları tarafından 2005’te; ikinci kitabınız Düzensiz, Pan Yayınları tarafından
2010’da yayımlandı. İlk kitabınızla başlamak istiyorum söyleşiye. ters düşünce’nin çatısı, Fedor’a gösterilen, Fedor’un tarafsızlığı, Fedor’un
ağzı, Fedor’un dili, Fedor’un dudakları, Fedor’un dansı, Fedor’un
işareti ve Fedor’un sesi
bölümlerinden oluşuyor. Fedor’un her bölüm için üstlendiği bir simgeselliği ve kaotik
şiir manifestonuzu göz önüne alırsak belki de belli bir simgeselliği kırmak,
onu imgesel olana iade etmek adına üstlendiği bir işlevi var gibi. Tüm bölümler
için ayrı bir sorum olacak ama öncelikle genel olarak Fedor’un ters düşünce içinde işaret ettiği şey
nedir diye sorarak başlamak istiyorum.
ters
düşünce’de yer
alan Fedor şiirlerinin tümünü çok kısa zamanda ve hızla
yazmıştım. Onlar öylece bir kütle gibi bana çarpıp geçtiler. Kitabı oluşturma
aşamasında, diğer şiirlerle aralarında hem bir kapsayıcılık hem de ayrılık
olduğunu fark ettim. Fedor’ların
kapsayıcı yönünü vurgulayacak bir yerleştirme ile şiirlerin bölümlenmesi,
sadece kitabın bütünlüğü içinde Fedor’ların
ayrı düşmesini önlemek içindi. Ancak bu titiz düzenleme sonunda ortaya, amaçlanandan
çok başka, çok fazla ve çok sağlam bir yapı çıktı. Her bölümde yer alan şiirler
o bölümün Fedor’unu açımlayan bir
işlev kazandı, her Fedor da kendi
bölümündeki şiirlerin fragmanına dönüştü.
2. Fedor’a gösterilen’de
bir çıkış, dışarıya çıkma rehberliği yapıyor gibisiniz:
“Hadise başkaydı Fedor
Gözlerini iyi aç da gör
Kesintisiz bir orman ağzı
Açılıp kapanırken üfleyerek
Derinlerini önüne sermişti
Çipil gözlerinle gör
Kelimelerin hızı üzerineydi
Hadise başkaydı Fedor
Ne yavaşlık ne de dilimleriyle yalnızlık
Ne de saatler öncesiydi bu.
Kokusuzdu.” (Fedor’a gösterilen,
s. 7)
Bunu takip eden şiirlerde Anımsama ve Yakut’ta
“sen” diye seslendiğiniz persona, Korku’yla
birlikte birden birinci tekil şahıstan, sizin dilinizden konuşmaya başlıyor.
“Ateşe bastırıp ağzımı
İğneler kırıp avcumda
Vaktimi aldım çekildim
Korkusunu bitirmiş bil beni”
(Korku, s. 10)
Ve ardından adlandırmaya, ada karşı bir şiir geliyor:
“Üstümüze süt rengi atlar yürüsün, boşver
Yeter ki adımızı unutsun tanrılar”
(Kaçış, s. 11)
Ve yine Eğriler düz(lük)ler’de aynı karşı çıkışı
tekrarlıyorsunuz. Ada, adlandırmaya karşı şiirinizin ve sizin duruşunuzu ilan
eden şiirler bunlar. Ad nedir sizce? Neden ona karşısınız?
Adlandırılan
her şey, kendisinden daha az olana mahkûm edilir, indirgenir. Şey’leştirmenin
biricik yolu adlandırmadır. İnsanın doğadan, anlamdan, gerçeklikten kopuşunun kırılma
noktasıdır ve bu kırılma uygarlığa giden yolun, yabancılaşmanın başlangıcını
oluşturur. Doğada insandan başka hiçbir hayvan türünün böyle bir enayilik yapmadığını
biliyoruz. Anlamın sahibi olmak için ona bir ad bulmak zorundayız. Spengler “
Bir şeyi herhangi bir adla adlandırmak, o şey üzerinde iktidar sahibi olmak
demektir.” der. İşte bu iktidar kurma durumu, bizi aynı zamanda anlamın dışına
atar, anlamın içinde var olmak ise ad’ı ortadan kaldırmakla mümkün olur ancak.
3. Fedor’un
tarafsızlığı üç şiirden oluşuyor: Şaman,
Kaf ve Hayâli işaretler. Bu üçlemeden özellikle ikisi adeta birbirlerini
yok etmek üzere yan yana konmuş gibiler. Şaman’ın yerine geçen ve hem kelimeyi
hem dili dansa, bedene tercüme eden personanın (Çölün bittiği yerde/dansını
unutan şaman/gülerek ölüyordu ….. Post büründüm, dans döndüm/Yeni şaman ben
oldum) Kaf şiiriyle birlikte
birdenbire tekrar bir harfe dönüştüğüne, geri adım attığına tanık oluyoruz
(Temiz bir el sürüklendi yüzümde. / Hiç bocalamadan geçti aynaya Kaf.) Böyle
bir gerilime neden ihtiyaç duydunuz? Harfin ya da dilin bedenle alışverişi
nedir sizce?
Bu üç
şiir de, bazı dinî inançların örtülü izlerini taşıyor. Fedor’un tarafsızlığı başlığı altında yer bulmalarının sebebi
gerçek bir tarafsızlık deklaresidir aynı zamanda. Gerilim, bu içeriğin yer
yüzünde semboller üzerinden yayılmış ve binlerce yıldır yaşamı, var oluşu
eksiltip kısıtlayan bütün unsurlarından ortaya çıkıyor. Harf de, dil de
dünya’ya ait değildir, artık insan’ın da dünyaya ait olmadığı gibi. Beden ise
sonuna kadar dünyanın bir parçası. Sembolik tahakkümün bedenle savaşında ortaya
çıkan şeylerin en hafifi, psikiyatr, psikolog faturaları olsa gerek.
4. Ve ardından
Fedorun dili’ne geliyoruz. Bu
bölümdeki, Dış şiirinizden bir alıntı
yapmak istiyorum:
“Çok bakışlıyım çok başlıyım
dilimin yırtılan çatalında susuşum, mu dedin
maestro
Gümüşrenk bir mentol içinde duruşun
Kollarını da uzat, saçlarını da uzat
Bu gam nereye doğru maestro
Susan ağzında iki çizgi gibi art arda
Doz: Biteviye, dışında durmalı dışın da.” (Dış, s.32.)
Bu bölümdeki diğer şiirlerde dil kadar susmak üzerinde de
duruyorsunuz. Susmak nedir sizin için?
Dil,
algımızın en temel şekillendiricisi ve sınırlayıcısı. Bir başka açıdan
bakarsak; her dili konuşabilmek için önce öğrenmemiz gerekir, bu da dilin var
oluşumuzun bir parçası olmadığının en önemli kanıtıdır. Dili kullanmaya
başladığımız andan itibaren özgürlüğün olmadığı bir alana geçiyoruz, gramer
dediğimiz hapishanenin içinde, “ifade özgürlüğü”, “konuşma özgürlüğü”
zannettiğimiz bir yanılsamayı üretip duruyoruz. Oysa gramer varsa konuşma
özgürlüğünden nasıl söz edebiliriz?
Ses ile
anlam arasında sağlam bir ilişki vardır, ancak sözcükler anlamı gizlemek,
üstünü örtmek için üretilmiş gibi görünüyor. George Steiner, “İnsan konuşması,
açığa çıkardığından çok daha fazla şeyi gizler; tanımladığından çok daha fazla
şeyi muğlaklaştırır, ilişkilendirdiğinden çok daha fazla şeyi birbirinden
koparır” der. İnsan konuşmaya başladığı andan itibaren varoluşunun doğal
gerçekliğine de ciddi bir hasar verdi. Eğer dil olmasaydı böyle bir dünyada
yaşamazdık. “Susmak” bu nedenle hayati bir önem taşıyor.
5.
Manifestonuzda “Dil ile ifade edilenin ötesine
geçmek, dilin imhasını gerektirir. Kaotik şiir, dile ihtiyaç duyulmayan dünyayı
hedefler,” diyorsunuz. Dilin dil tarafından imhası nasıl mümkün olabilir?
Dil’in yarattığı yıkımı ortaya koymak için de görüldüğü gibi dile
mahkûmuz. Sadece bunu fark etmek bile, kuşatılmışlığın dehşetini ortaya
seriyor. Şiir
yapısı gereği, yazan için de, okuyan için de sözcüklerden daha öteye gitme
arzusunu yaratan özel bir alana sahip. Sesi kullanmak için oluşan bağımsız bir
alan da dahil buna. Sözcüklerin yetersizliğini, sözcüklerden daha fazlasının
var olduğunu yüzümüze en fazla çarpan, dilin tahakküm altına aldığı algıyı
canlandıran, özgürleşme ümidini vaat eden en önemli yollardan biri şiir. Dilin
imhası için bu yolu yürümek gerektiğine inanıyorum.
6. Fedor’un
dudakları’nda: Yarasa, Fedor’un dansı’nda: Balık(çıl)lar şiirleri paralel bir izleği takip ediyor… Yarasa’nın körlüğü ve kelimelerle
ilişkisi ile Balık(çıl)lar’da şairin
körlüğü (Bakarsanız gözlerinizi bırakacaktınız / Baktınız.)… Görmeyi şiirinizle
ya da genel olarak şiirle nasıl ilişkilendiriyorsunuz?
Sözü
geçen şiirlerden Balık(çıl)lar’ daki “bakma” durumu, gösterileni reddetme eylemini
de beraberinde taşıyor. Bunun bedeli, (dayatılmış olanı görmeye karşı çıkmanın
bedelinden söz ediyorum) gözlerini bırakmak kadar ağır olabilir, olabiliyor.
Kendim
için konuşmam gerekirse, gösterenle gösterilen arasında yaratılmış uzlaşımcı
dizgeyi bozacak yapı ve söyleyişe sahip bir şiirin peşindeyim, gözlerimi
bırakalı çok zaman oldu.
7. Fedor’un
işareti’nde belirgin bir kötülük teması var, bunu şiirinizde çokça
rastlanan bedensel bir şiddetle birlikte
işliyorsunuz:
“Irmak beni bildiği gibi
yapsın
Erisin yüzümün aydınlığı
Çünkü yazıklanmak boşuna
Kötü şeylerin olması lazım” (Kötü şey, s. 44)
“Beni renginle boğazladın,
kan.
İçime bir kötülük bıraktın.
Derinlere çağrılıyım,
Daha da gideceğim.” (Orman, s. 47)
Şiirinizde şiddetin yeri nedir? Neye karşı
şiddet?
Şiddeti ne şekilde tanımladığımız çok önemli. Cinayet işleyen
biri sadece bir kişiyi öldürdüğünü bilir, ancak bir devlete vergi veren sade vatandaş,
bu yolla hayatı boyunca kaç kişiyi öldürdüğünden habersizdir. Dünyada şiddet
eylemleri nedeniyle ölenlerin, eylemsizliğimiz nedeniyle ölenlerden daha az
olduğunu rahatlıkla söylemek mümkün. Ben, doğaya müdahalede bulunan kurum ve
teknolojilere yönelik şiddetti çok önemli buluyorum, hiçbir canlının zarar
görmemesi koşuluyla.
8. Ve son olarak Fedor’un sesi’nde bölüme adını veren şiir, çocukluk ve iyiliğe
işaret ediyor. Çocukluğun şiirinizdeki yeri nedir?
Bir yeri var mı, bilmiyorum. Daha doğrusu olduğunu sanmıyorum.
Sanırım ben, o “çocukluğundan beslenen”, “içindeki çocuğu öldürmeyen”
yazarlardan değilim.
9. İkinci kitabınız Düzensiz’in ilk bölümünde dilden söze, kültürel kodlara doğru bir
sorgulama, sorgulamadan da öte onları kırmaya, deşifre etmeye, tersine
çevirmeye yönelik çok daha siyasi bir tavır içindesiniz. Sembolizasyon ağını
kırmada şiirinizin silahları nelerdir? Biraz daha siyasi bir soru sormak da
istiyorum: anarşizmle şiir arasında ne tür bir benzerlik var sizce?
Uygarlık, doğa ve yaşam ile olan ilişkimizi son derece
güdükleştirdiği için, sanatı telafi edici bir unsur olarak görüyoruz. Oysa sanatın, özneyi nesneye, sembole dönüştüren
yapısı, toplumsal tahakkümün içeriğini güçlendiren bir ortam sağlıyor.
Yaratıcılığın, doğal özünden koparak, yapay yönlendirmeler üzerinden yürümesi,
hatta yeni yapay kodlar üretmesi, sanatı düzenin sembolik yapısının temel
unsurlarından biri haline getirmiştir. Uygar toplumda sanatı, sembolleşmemiş
olana yöneltilen bir saldırı biçimi olarak görmek yanlış olmaz. Şiir ise sadece
sözcükler üzerinden yürümez. Ses ve ritim, şiirin sembolik olandan doğal olana
kaçabilmesinin firar kapılarıdır.
Demokrasi,
temsile dayalı içeriği sebebiyle, daima yönetmeyi ve yönetilmeyi dayatır.
Demokrasi, demokratik düzen dışında siyaset yapmaya izin vermez, bu bakımdan
totaliterdir. Uygar dünya, tahakküm ve sömürü yöntemlerini, demokrasinin toplum
için ideal ve vazgeçilmez bir yaşam biçimi olarak pompalanması üzerinden
yürütür. Oysa insanların birbirleriyle tahakkümsüz
biçimde ilişki kurabilmesi gerektiği düşünüldüğü anlarda anarşizm kendini
ortaya koyar. Kendine ait imkânlarını
araştıracak şekilde özgürleştirilmiş şiir de, düzenin baskı ve
yönlendirmesinden kurtulmuş bir yapı taşır, hizaya girmez, üretilmiş kuralların
karşısında durur, ‘Düzensiz’dir. Sistemden kopuşun bilincini taşıdığı ölçüde,
şiir de anarşisttir.
10. İmge sizin için nedir?
İmge, ‘uzlaşma
üzerine kurgulanmış metinler’ için, “güzel”, “steril”, “hoş” bir oyun hamuru
olabilir, oluyor da. Uyumluluk kuralına bağlı kalınarak oynanan bu oyun, en katı
konformist içeriğe sahiptir ve bu yapısıyla herkesi olduğu yerde tutar,
anestezik bir etki yaratır. En temel duyguları sembolleştirme, sonrasında da
kendi sembollerinin gerisine düşürme yeteneğidir. Hissedişin doğallığı, imgeler
yoluyla kodların, klişelerin sınırlarına alınır ve zihinlerde, başka türlüsünün
mümkün olabileceğine ilişkin çıkışları kapatır. Duygular artık birer nesnedir.
Üzerinde
uzlaşılmış imge kalıplarıyla oluşturulan duygular kamusallaşır ve bir yetkinlik
ölçüsü olarak kabul görür. Yarattığı göz boyama ve kandırmaca ile hayatlarımızın
yapaylığını maskelemeye yarar, düşünceye çelme takar ve neyi nasıl hissetmemiz
gerektiğini kodlayan, baskıcı bir bombardıman oluşturur. Sadece ve sadece
kalıplar, kurallar, dizgeler üzerinde var olabilen imgesel söylemin bu yapısı,
sahteliğinin de deşifresidir aslında. Duyguların doğallığını sakatlayan,
hissedişi tek tipleştiren unsurlarıyla,
estetik hegemonyanın daniskasıdır. Çünkü
bu imgeler yoluyla sağlanan duygusal avuntu, gerçeklikten kopuşun ağırlığını
göz ardı eder. Yarattığı simülasyon, gerçekliğin kamuflajından başka bir şey
değildir. Yaşamak zorunda bırakıldığımız koşulların, akıldışı tahakkümünün
devamı için, genel geçer imgelerin oluşturduğu simülasyonlar işe yarar.
Kısacası, bu tarz imgelere yaptırılan akrobatik numaralar, vıcık vıcık klişe
duygu boşalmaları ve bir tutam nostalji ile kuruluveren “şiirsel” söylem de,
okurun önüne açılan üç kâğıttan başka bir şey değildir. Şiir, üzerinde
uzlaşmaya varılmış imgelerin kıskacından kurtulabildiği ölçüde, pek çok
dayatmanın karşısında da konumlanmış olacaktır.
11. Manifestonuzda “Kaotik şiirde tesadüflerin
işleyişiyle ortaya çıkan sonuç, asla tesadüfî değildir,” diyorsunuz; bunu biraz
daha açmanız mümkün mü?
Bunu ‘Kaos Teorisi’nin en bilinen açıklamasıyla anlatabilirim: Kuzey Amerika kıtasında bir kelebek
kanatlarını çarptığında bir kaosa neden olabilir, örneğin Japon Adaları’nda bir
tayfun ortaya çıkabilir. Tayfun ise dinamik yapısı belli olan ve davranışları
önceden öngörülebilen bir olaydır. Başka bir deyişle, çıkan kaos sonrası bir
düzen oluşur; bu karmaşık bir sistemde kaosla düzenin birlikte yaşadıklarını
bize açıklayan somut bir örnektir. Gediz Akdeniz, kaos kuramı’nın sosyal
dönüşümlerle paralelliğini belirginleştirerek “Çevremiz değişimlerin,
dönüşümlerin ve evrimin habercileri ile dolu. Kendilerinin haberci olduğunu
bilmeyen bu habercilerden farkında olmadan etkileniyoruz. Bu haberler sonrası
içimizde oluşan göremediğimiz, dokunamadığımız ve hissetmediğimiz kırılmalar (kaos
eşiği) sonrası değişimin, dönüşümün ve evrimin nedenleridir.” diyor. Kaotik
şiirin “geridönüşsüz” bir değişim yaratma gücünü bu anlamda çok önemsiyorum.
12. Karmaşa
şiirinizle manifestonuzun birbiriyle alışveriş içinde olduğunu düşünüyorum.
“Planlı bir ölüm için
Çürümenin, çökmenin içinden
geçen sesleri yut
Uğultuların uğursuz sarsıntısını sar bana
Bende kara kabuklu hayvanların inceliği var” (Karmaşa, s. 5)
Neden sadece “ölüm” değil de “planlı bir ölüm”?
Çünkü doğal yollarla ölüm
artık pek rastlanan bir şey değil. Tekno – endüstriyel uygarlığın bizi
getirdiği nokta, “kanserde erken teşhisin önemi” ile teselli bulmak oldu.
13. Düzensiz’in ikinci
bölümü Fedor serisine geri dönüyor: Fedor’un
eğrisi. Oysa ters düşünce’nin son şiiri Son
söz’le bu seriyi kapatmaya karar vermiş gibiydiniz. Neden devam etme
ihtiyacı hissettiniz?
Fedor’un ne zaman, nerede
ortaya çıkacağı belli olmuyor. Bu da Fedor’un özgürlüğü diyelim.
14. Nuh şirinizi
hayvan adlarıyla başlayan şiir seriniz takip ediyor. Hayvanların hem sizin
şiirinizle hem genel olarak şiirle ve imgesel olanla ilişkisi nedir?
İnsan merkezci ve türcü
zihniyetle şekillendirilmiş bir dünyanın içinde yaşıyoruz. Mezbahalarla dolu
bir dünyada, sadece insanın insanı sömürmesine çözüm arayanların bizatihi
sömürünün unsuru oldukları ortada. Doğal yaşama karşı, insan’ın yarattığı baskı
ve zorbalığın ortadan kalkmadığı bir gezegende pek fazla zamanımızın kalmadığı
açık.
Benim durduğum nokta;
sömürünün, işkencenin, ayrımcılığın, zorbalık ve tahakkümün sadece insana
yönelik olan biçimine karşı çıkanlara da karşı olma noktasıdır. Çünkü ayrımcılığa
karşı olanların; ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, mezhepçiliğe karşı mangalda kül
bırakmayanların, iliklerine kadar türcü olduklarını yaşamın her alanında görmek
mümkün. İşçi sınıfının haklarını iyileştirmenin ölçüsü, onların tabağındaki et
miktarıyla belirlendiği sürece, kimse sömürüye karşı olduğundan söz edemez. Sağda
ve solda aynı ölçüde üretilen türcü faşizmin tek hedefi olan hayvanlar da, “insanlık”
denen ucubeye karşı tavır da şiirlerimde her zaman yer alacak.
15. Her iki kitabınızda da çok az istisna dışında neredeyse hiç
yer ismi geçmiyor ve zaman bildirilmiyor. Uzam ve zaman neden şiirinizin
dışında?
Zamanın bulunmadığı
kökenimizden kopuş, suların ve karaların herkese ait olduğu, sınırların
çizilmediği o altın çağın yerle bir edilmesine açılan yolun ilk adımıydı. Doğal
dünyanın insan eliyle öldürülmeye başlaması, “ilerleme” dediğimiz yıkımın zaman
kavramıyla kol kola yürümesine denk düşer. “Tarih doğanın inkârıdır” diyen
Marcuse insanı insan olmaktan çıkaran bu “ilerleme” kavramının sakatlığını en
açık biçimde ortaya koyar. Parçalanıp sınırlarla ayrılmış bir yer yüzü ve
zaman, dünyanın doğal varlığına ait değildir. Tahakkümün, mülkiyetin, iş
bölümünün yapay, sembolik bileşenleri ancak uzam ve zaman varsa, var olacaktır.
Bu yüzden şiirimde yoklar.
Şunu da söylemek isterim,
bunu fark eden, dile getiren ilk siz oldunuz. Dikkatiniz için teşekkür ederim,
ayrıca bu müthiş sorular için de teşekkürler.
16.
“Sen de ölecekmişsin sonra
Kendini bekleyerek
Bir uzun ırmakta
Sen de, parmaklarının soğuk uçlarında
Ağrılı dokunuşlar, akışı yavaş kan ve gürültüyle
Sesine öngörülmeyen bir ivme sarınca
Bazı sözler kapalıdır içine”
En sevdiğim dizeleriniz. Çok teşekkür ederim Elif Sofya.
Biri Dergi / Sayı:10